Değerli okuyucularımız; yeni tip Coronavirüs salgınının ortaya çıkmasıyla birlikte başlatılan birçok bilimsel araştırmanın neticeleri geçtiğimiz haftalarda açıklanmaya başladı. Bu araştırmaların büyük çoğunluğu pandeminin ağır seyrettiği ülkelerde gerçekleştirildi.
Bilimsel çalışmaları değerlendirmek ve yorumlamak çok zaman gerektiren bir uğraştır ve kullanılan dil sebebiyle ne yazık ki birçok insan için kolay anlaşılabilir olmamaktadır. Bilim insanları ‘nasıl?’ sorusu üzerinde yoğunlaşıp çalışırken, toplumun asıl merak ettiği ‘bunlar ne demek?’ sorusu çoğu zaman yanıtsız kalır. Bugünkü yazımız, bu ikilemden yola çıkarak, bilimsel araştırmalar ile güncel yaşamımız arasında bağlantı kurmak maksadıyla yazılmıştır.
Makalemizde kanaatimizce önemli detaylara açıklık getiren bir bilimsel çalışmayı mercek altına alarak, güncel yaşantımız için önerilerde bulunacağız.
İtalya, Coronavirüs pandemisinin hem vaka hem de ölüm sayısı açısından çok ağır seyrettiği ülkelerin başında gelmektedir. İtalya’nın bu durumuna sebep olan faktörlerini irdelemek başlıca bir makale konusu olabilecek kadar ayrıntılıdır. Ancak bu ülkenin SARS-CoV-2 salgınını bu kadar yoğun yaşamış olması, tıp dünyasının virüs hakkında önemli bilgilere ulaşmasını da sağlamıştır.
İtalya’daki ilk ölümlü vakanın görüldüğü yer: Vo kasabası
Acı kayıpların yanı sıra, önemli kazançlar da gün ışığına çıkmış ve dünyaya epidemiyolojik anlamda yol göstermiştir. Bu makalede göz atacağımız araştırma, nüfusu 3.300 olan ve İtalya’da yaşanan ilk COVİD-19 ölüm vakasının bildirildiği küçük Vo kasabasında gerçekleştirilmiştir. Gerçekleşen ilk COVİD-19 ölümü sonucunda yeni tip Coronavirüs’ün Vo kasabasına nüfuz ettiğinin farkına varılmış ve hızlı bir kararla bütün kasaba karantinaya alınmıştır. Sokağa çıkma yasağı uygulanmış, kasabaya girişler ve çıkışlar tamamıyla engellenmiştir. Ardından bütün(!) kasaba nüfusuna (PCR yöntemi ile) virüs testleri uygulanmış ve enfekte olan kişilerin tümü dedekte edilmiştir. İki nüfus taraması düzenlenip, biri karantinanın başında, diğeri ise karantinanın sonunda yapılmıştır.
Gerçekleşen ilk Coronavirüs taramasında kasabanın %3 kadar bir oranının enfekte olduğu ortaya çıkmıştır. Bu pozitif bulgulu vakaların tümü izole edilmiş ve kasabada COVİD-19 hastalığının yayılımının başarıyla önüne geçilmiştir. 24 Şubat tarihinden 23 Mart’a kadar vaka sayısı sıfırlanıp kasabadaki salgın sona erdirilmiştir. Ancak bu istisnai uygulamada açığa kavuşan yeni bilgiler önemli bir detayda saklıdır…
Kasabanın tüm nüfusuna uygulanan virüs testinde pozitif netice alan hastaların %43’ü enfeksiyonu tamamen belirtisiz (asemptomatik) geçirdiği anlaşılmıştır. Üstelik bu oran bütün yaş gruplarında rastlanan ortalama bir değerdir! Enfekte olan bu kasaba vakalarının %43’ü, taramaların ne başında ne de sonunda hiçbir hastalık belirtisi göstermeden yeni tip coronavirüs enfeksiyonunu atlatmıştır. Virüsü taşıyan ve salgılayan bu insanlar, pandemi bilinmeseydi elbette doktora ya da COVİD-19 testi yaptırmak için hastaneye başvurmayacaklar ve böylece virüsü taşıdıklarından habersiz, yeni enfeksiyonlara sebep olduklarını anlamadan yaşamlarını sürdüreceklerdi… Onların tespit edilebilmesinin tek sebebi, kasabadaki herkesin teste tabi tutulması olmuştur.
Vo kasabasında uygulananlar Türkiye’de de uygulanabilir mi?
Vakaların neredeyse yarısının bu virüsü, asemptomatik yani hastalık belirtisi göstermeksizin atlatmaları; bir yandan bu insanların virüs yayılımında çok önemli ve belirsiz bir faktör oluşturmaları açısından biraz ürkütücü görünse de, bir yandan da rahatlamamızı sağlayabilecek başka bir ayrıntıyı da barındırır. Yeni tip Coronavirüs ölümcüllük oranı başlangıçta düşünülenden daha da düşük olabilir!
Epidemiyolojik anlamda çok düzgün verilerin toplandığı bu Vo kasabası çalışmasından başka ne çıkarabiliriz diye düşünüldüğünde, önce kendi koşullarımız ve imkanlarımız hakkında fikir sahibi olmamız gerekir.
Vo kasabası örneğine bakıldığında, iki haftayı geçen bir sokağa çıkma yasağı ile sürecin başında ve sonunda tüm kasaba sakinlerine testler uygulanmıştır. Bu elbette 3.300 kişilik bir nüfusta test ve laboratuvar kapasitelerini aşmamakla beraber, organizasyon açısından da pek zor değildir. Ancak büyük şehirlere bu stratejiyi uygulamak, bilhassa İstanbul gibi büyük bir metropole böylesine bir organizasyon ağı kurmak neredeyse imkansız görünebilir. Türkiye’nin günlük test kapasitesi 20.000-40.000 (ki bu gayet yüksek bir sayıdır) civarındadır. Bu kapasite böylesine büyük bir şehri karantinaya alıp, nüfusun tümünü test etmeye elbette yetmez ve dolayısıyla rutin herkesi test etme stratejisi uygulanamaz.
Peki sokağa çıkma yasağının daha uzun tutulması ve virüsün bulaşıcılığının bu şekilde önüne geçilmesi mümkün müdür? Şu an kısmen bu strateji uygulanmaktadır, ancak Türkiye’deki zorunlu karantina süreçleri şimdilik dört günü aşmamıştır. Kısa süren ama tekrar eden bu sokağa çıkma yasakları, istatistiklerin gösterdiği gibi yine de etkilidir: Türkiye’deki yeni vaka sayıları gittikçe azalmaktadır! Ancak salgını belki de tamamen durdurabilecek nitelikte olan haftalarca süren bir yasak, ülkemizin ekonomik durumunu fazlasıyla zorlayabilir ve organizasyon açısından da çok gerçekçi değildir.
Sadece hastalık belirtisi gösterenler dikkate alınmamalıdır
Peki ama Türkiye’de tespit edilen vakaların çoğu, hastalık belirtileri gösteren ve bu sebeple hastaneye başvurup teste tabi tutulan şahıslar değil midir? Fakat yukarıda anlattığımız Vo kasabası çalışmasında görülen %43 orandaki şikayetsiz vakalar gibi muhtemelen Türkiye’de de semptom göstermediği için tespit edilemeyen şahıslar etrafta dolaşmakta değil midir? Üstelik hasta tarafından virüs salgılanmasının en yoğun olduğu gün, belirtilerin başlamasından bir önceki gün ise… Bu durumda hastalık belirtisi göstermeye başlayan şahsın test edilmesi, önlem alma açısından hep gecikmeli değil midir? Bu soruların cevabı hep “Evet”tir.
Evet, testlerin büyük bir kısmı hastalık belirtileri gösteren ve hastaneye başvuran şahıslara uygulanmaktadır.
Evet, enfeksiyonu tamamen belirtisiz geçiren hastaların büyük bir kısmı bundan habersiz çevremizde bulunmuştur ve bulunmaya devam edecektir.
Ve yine evet, ne yazık ki virüs salgılanmasının en yüksek olduğu dönem hastanın hasta olduğunu anlamasından bir önceki güne denk gelmektedir. Kaldı ki, hastanın hastaneye başvuracak kadar kötüleştiği evre, ortalamada hastalığın yedinci gününe denk gelmektedir!
Görüyoruz ki, burada sadece hastalık belirtisi gösterenleri dikkate alarak hareket edildiğinde, durumun baş edilemeyecek bir salgına sürüklenmesi sadece bir kaç günü alabilir.
Asıl amaç bağışıklığı sağlayabilmektir
Ama bizim asıl amacımız Vo kasabasındaki gibi bütün vakaları ortadan kaldırıp, salgını atlatmak mı? Aslında hayır. Çünkü aktif olan tüm vakaları ortadan kaldırmak demek, toplum bağışıklığının oluşma şansını da gözden çıkarmak demektir. Toplumumuzun COVİD-19’a karşı doğal yollardan bağışıklık kazanması için, nüfusun %60-70’i enfekte olup, hastalığı atlatıp bağışıklık kazanmış olması gerekmektedir. Yani Vo kasabası neticesinden daha az ile yetinip, daha karlı çıkmak gerek.
Peki bunu en iyi nasıl yapabiliriz? Hatırlayalım; virüs yayılımı enfeksiyon belirtilerinden önce başlıyor ve bir çok hastada hastalık belirtileri olmuyor demiştik. Yani virüsü taşıyan bir çok insanı, test uygulamadan fark etmek mümkün değildir. O halde alınacak önlemlerin en başında burun ve ağız maskesi gelmelidir. Kendi evinin dışında bulunan herkes için bu zorunlu olmalıdır. Bunlar tıbbi maskeler niteliğinde olmak zorunda değildir. Bir çok kez anlatıldığı şekilde, ağız ve burun bölgesini kapatan, 60 derecede yıkanabilen kumaştan yapılmış maskeler olması yeterlidir. Eldivenlerin normal vatandaşlar tarafından taşınması, korunma ya da koruma açısından faydalı değildir.
Sosyal hayatta yeni düzenlemeler gereklidir
Güncel yaşantımızda ise artık kalıcı değişimler gerçekleşmelidir. Örneğin iş ortamları, sosyal mesafe kurallarına göre düzenlendikten sonra denetlenip tekrar yürürlülüğe girmelidir. Okullar ve kreşler için kısaltılmış okul saatleri ve vadeli işleyen sistemler uygulanabilmelidir. Bu kapsamda sınıflar bölünerek öğrenci sayısı azaltılabilir, beden eğitimi derslerine ara verilip, yemekhaneler mesafe kurallarına uygun şekilde düzenlenebilir. Toplu taşımalarda ve alışveriş yerlerinde maske takma mecburiyeti olmalıdır.
Doktor ve diş hekimi ziyaretlerinde elbette daha sıkı önlemler alınmalıdır. Burada özellikle doktor ve sağlık personelleri tarafından tıbbi maske takılması ve bunların FFP2 ya da FFP3 kategorisinde olması çok önemlidir. Zira ancak bu maskeler sağlık personelini koruma özelliğine sahiptir. Sosyal mesafe kuralları bu alanlarda korunmamakla birlikte, hastaya çok yakın temaslar ve muayeneler esnasında Coronavirüs bulaşma riski elbette diğer yaşam alanlarına göre çok daha yüksektir.
Ellerin temiz tutulması (başka hastalıkları önlemek açısından da) her zaman önemlidir. Ancak COVİD-19 hastalarının ev ortamlarında yapılan araştırmalar sonucunda elde edilen güncel senaryolarda, yüzeylerden Coronavirüs (kapı kolu, musluk, asansör düğmeleri, vs..) bulaşmasına artık pek yüksek bir ihtimal verilmemektedir (hastane ortamı için bu farklıdır). Hastalığın bulaşması diğer solunum yolu virüsleri gibi enfekte kişilerin hapşırık, öksürük, gülme ve konuşma sırasında çevreye saçılan solunum damlacıklarının hava yoluyla alınmasıyla gerçekleşmektedir.
Bu doğrultuda, belirttiğimiz bu iki basit ama son derece etkili kuralın (sosyal mesafe ve maske zorunluluğu) tüm yaşam alanlarına uygulanması ve güncel yaşamın bu şekilde yürütülmesi önemlidir. Bu iki kural sayesinde virüsün dağılımını tamamen durdurmadan, salgının temposunu azaltma şansı kazanırız. Sosyal mesafe kuralları ve maske zorunluluğu ile ortak yaşam alanlarında yeterli şekilde korunmuş ve korumuş oluruz. Kendi yakın çevremizde ise yaşlıları ve kronik hastaları özellikle koruma haricinde aşırı hijyen önlemlerinin alınması gereksiz olduğu gibi abartılı bir tutuma girildiğinde kişinin psikolojik sağlığını tehdit eden başka problemler doğabilir.
Biyofrekans Sistemleri Eğitim ve Araştırma Şirketi adına
Dr. Lâle Yasemin Lehmann